ÖNSÖZ
Selamlar yine ben, yine bir hikaye. Ama bu defa maalesef yaşanmışlardan değil, yaşanmamışlıklara yer verdim. Yaşayamadıklarımı kaleme almak istedim. Hissedilememiş, hiç duyulamamış duygular, düşünceler, planlar, edilmemiş kavgalar, alınmamış hediyeler, kondurulmamış buseler, tutulmamış eller, sarılmamış kollar, içine çekilememiş kokular, çaktırmadan alınamamış saç telleri, doyasıya duyulamamış sesinin her tonu, edilememiş cümleler, uğruna akmamış gözyaşları, hafızaya kazınamamış yüzünün her detayı, var olmamış imkanlar, yenilmemiş yemekler, içilmemiş çaylar, gezilmemiş AVM’ler, adım atılmamış mekanlar, dinlenilmemiş müzikler ve duyulmamış o sevgi sözcükleri ve dahası..
Uzunca anlatmayacağım bu defa, reddedildim işte. Kısa ve net. O kadar net ki. Uykunuzu bölecek kadar. Gece ansızın kan ter içinde uyanıp, rüyadan ibaret olduğunu anlayıp, üzülüp tekrar uyumaya çalışmak gibi. Gördüğünüz bir kabusa, keşke dedirtecek kadar güzel bir duyguydu bu şey.
Geçecek biliyorum. Geçmeyen tek bir şey söyleyin hayatınızda. Geldi ve kaldı dediğiniz tek bir şey söyleyin. Hepsi geldi, hepsi geçti. Yahu dünya dediğimiz yer zaten kendisi gelip, geçilecek bir yer. İçindeki nasıl gelip de geçmesin? Nasıl gelip de kalsın? Kalbimize eğilip bakacağız ki; bu da geçer yahu diye. Biz dünyadan geçip gideceğiz, derdimiz geçmeyecek, kalacak.. Bu sebeple çok üzülmenin anlamı yok elbette. Aslında biraz inanç, biraz da dirayetten geçiyor bu yol sanırım.
Her şeyi kabul eden insan neşeli olur. Böyle birisi şükran dolu olur; var oluşa şükran duyar, bütünlüğe şükran duyar, bu kişi en üstündür.. Var oluşuna şükürler olsun. Ama sadece yaşanmamışlıklarla dolu bu kitap.
Herkes anlatır yaşadıklarını, ya yaşamadıklarını? Onlar hak etmiyor mu anlatılmayı? Yazık değil mi o temiz düşüncelere?
Nazım Hikmet’in dediği gibi; “özleyeceksin.. kızıyordu, kıskanıyordu, küsüyordu, çok soru soruyordu; ama beni seviyordu diyeceksin..” biliyorum benim hikayemin kahramanı böyle bir şey demeyecek. Hiç sevmedi ki neden desin? Keşke yüzyıllar önce dünyaya gelseydim. Hiç olmazsa bir şekilde gelip, geçmiş olurdum. Adımı bilen olmaz, yüzümün bir karesi dahi düşülmemiş olurdu hatıralara. İğrenç bir yüzyıl. Neden biliyor musunuz? Şimdilerde bir AŞK KANUNU yazılmış ve maddenin birinde şöyle söyleniyor; “eğer bir kızı kaybetmek istiyorsanız: mesajlarına anında dönün, önemseyin, 7/24 ilgilenin, sadık kalın, sadece onu düşünün, ilgi ve şefkat gösterin, her şeyi anlatmak isteyin, uzun cevaplar yazın ve sonuca bakın..” çok acı değil mi? Yazık değil mi şu hissedilen duygulara? Çok utanıyorum..
Neyse…
DİKKAT!
Bu kitapta her bölümün sonunda ne olacağına, sonuca siz karar vererek ilerleyeceksiniz. Geriye asla dönemezsiniz. Her bölümün sonunda sizi iki şık karşılayacak ve bu iki şıktan sadece birini seçip hikayeye devam edebiliriniz. Sizi de hikayeye dahil ettim. Size bazen "Üstat" olarak sesleneceğim ve gerçek bir üstat gibi kahramanlarımıza yol gösterin.. Siz olsanız ne yapardınız?
Hikayemiz Başlıyor..
Selim, 30 yaşında erkek, bir şirkette 8 yıldır çalışır, ilk şirkete girdiğinde üniversite masraflarını karşılamak amacıyla girse de 7,5 yılda bitirdiği üniversitesi yüzünden artık ayrılmak istemez şirketten. Alışmıştır yaptığı işe. İşten kalan zamanlarında elindeki yetileri ile biraz daha para kazanıp hayatını devam ettirme derdinde, hayatına çok insan almamış ama bir o kadar da herkes ile iyi anlaşan biridir. Selim, kel, gözlüklü, dişlerini bir motor kazasında param parça etmiş ama ağzı da iyi laf yapan, işkolik, parayı araç olarak kullanan, alçak gönüllü ve aslen gizemli biri.
Şule ise 27 yaşında kadın, Selim ile aynı şirkette çalışır. Şule, şirkete yeni başlamıştır. Yakın saydığı kimsesi de yoktur bu şehirde. Başka bir şehirden gelmiş, sudan çıkmış balık gibi ne yapacağını bilemez bir haldedir. Yeni yeni tanışmaya başlamıştır insanlarla. Kırk beş kilodur Şule. Siyah saçlarıyla, siyah gözleriyle, siyah kıyafetleriyle bir karanlıktır Şule. Güzelliği ile büyüler her göreni. Karalığına çeken bir enerjisi vardır. Şule'nin bir gün bir muhabbette yolu Selim ile kesişir. Sohbet ederler. Şule, nereden ev tutacağını sorar. Selim ise yardımcı olmak istemiş, araştırmaya koyulmuştur çoktan. Ev bulunmuş, tutulmuş, ufak ufak eksikler giderilerek bir şekilde yerleşmiştir. Uzaklardan annesi gelmiştir yardımına. Annesi, Şule’nin alışması için, destek olmak adına, yanında kalacaktır bir süre. Nihayetinde bir anne ve kızını güvende hissetmek ister. Selim, biraz büyülenmiştir Şule’ye, fark ettirmese de gittikçe kendi kendine büyütmüştür içindeki filizi. Başına geleceklerden habersizdir. Bir gün Selim arkadaşlık kurmak için, yemek teklifinde bulunur. Dostane bir teklifti bu. Her ne kadar hisleri olsa da sonuçta iş arkadaşıydı. Onunla vakit geçirmekten hoşlanır hale gelmişti..
Tarihler Ocak 2024’ün ilk haftasını gösteriyordu. Akşam saatleridir. Dışarıda sert bir hava vardır. Buz gibi esen bir ayaz. Güzel bir yemek yemek hem de Ankara'nın en güzel yerlerini görmesini sağlamak amacıyla salaş bir restorana gitmişlerdir, Selim, ahşap, vişne çürüğü renkteki ağır gibi görünen ama bir pamuk hafifliğinde ki kapıyı kendine doğru çekip açmış ve Şule’yi önden almıştı içeriye. Şule ortamı gözleriyle süzüyordu. Arkada boş bir masa bulunmuştu bile. Selim sırf Şule’ye adapte olmak, tüm ilgisini ve dikkatini ona vermek için sırtını mekana dönük şekilde masanın tersine oturmuştu, Şule ise, deri ceketini çıkarırken bile etrafa bakıyordu. Selim ise hayranlıkla onu izliyordu. Sonra siparişler verilmiş, yemekler gelene kadar havadan sudan konuşmalar başlamıştı. Etrafta çeşit çeşit insanlar sohbet ediyordu. Yemekler yenilmişti ancak Selim, çay içmek için daha farklı bir yer arayışındaydı. Başka bir yere gitmek için araca binmişlerdi. Yolu öyle uzatmıştı ki, nasıl tarif edilir ki şimdi bilemedim? Düşünün bi, Ankara’dasınız, İstanbul’a Hatay üzerinden gidiyorsunuz öyle bir şey işte. Sonunda bir göl kenarında bir kafeye çay içmek için oturdular. Sohbet ederken konu Şule’nin eski sevgilisine gelmişti. Aldatıldığından üstü kapalı bir şekilde bahsedip, Selim’e karşı, “iki yıldır kimseyi almadım hayatıma, kimseye güvenim yok” demişti. Selim ise onu nasıl hayata döndüreceğini düşünüyor ve bir yandan da sohbetten geri kalmamak için dinlemesi de gerekiyordu. Selim, ne söylediyse de olmadı, Şule kararında netti. Güvenmiyordu artık. Selim, bir şekilde onunla tekrar muhabbet kurması gerektiğini düşünüyordu. Dudaklarını ısırıyor, göz temasından kaçınıp göle bakıyor, uzaklara dalıyor, ne yapması gerektiğini ilmek ilmek dokuyordu zihninde. Çaylar içilmişti, kalkılacaktı artık. Saat geç olmuştu. Hesap ödenirken Şule dahil olmaya çalıştı. Selim ise, “bir daha ki buluşmamızda da sen ikram edersin” diye seslendi.. Şule, “hayır olmaz” diye ısrar ediyordu. Selim, “bu bir daha buluşmayacağız anlamına gelir, o şekilde kabul ederim.” dedi. Şule ise bu teklif karşısında Selim’in garsonun karşısında ezilmemesi adına, “peki” diye cevap verdi. Aslında Şule, Selim ile bir daha görüşmek istemiyor gibiydi. Selim, Şule’yi evine bırakacaktı. Araca bindiler ve Şule tek kelime dahi etmedi yol boyunca. Selim, bir garip hissetmeye başlamıştı kendini. Yol boyunca tüm gün boyu konuştuklarını aklından defalarca geçirse de neden böyle davrandığına dair tek bir cevap bulmamıştı. Selim biraz yolu karıştırsa da Şule’nin tarif etmesiyle yolu bulmuş, Çitlek Market’in önüne gelmişti. Şule, arabanın kapısını açıp adımını dışarı attıktan sonrasında, belki bir, belki de iki saniye içinde; “görüşürüz, iyi akşamlar” diye seslenip ve kapıyı kapatmıştı. Aracın arkasından geçmiş, evinin olduğu siteye doğru yürümeye başlamıştı. Selim, içeri girmesini bekliyordu. Şule, Selim'in gidip gitmediğini yoklamak amacıyla bir defalığına arkasını dönüp baktı. Selim, o gittikten sonra yoluna devam etti. Selim düşünürken, sağa sola bakarken, sağ kapının orada, Şule’nin eldivenini gördü.. Üstat, Selim ne yapsın?